Batı'dan Gelen Hıristiyanlar

 

Çanakkale Boğazı’nı geçtikten sonra güneye doğru inen Alman kıralı Firederik Barbarossa*** (1122-1190) komutasındaki Haçlı ordusu, Assos ve çevresini tahrip etti. Hıristiyanlık açısından önemli bir geçmişi olan Assos’un, yine Hıristiyanlarca harap edilmesi dikkat çekicidir. Bunu yapan zihniyetin hiç de ulvi amaçlar taşımadığı açıktır. Tarihe III. Haçlı Seferi olarak geçen bu girişim, üç koldan yapılmaktaydı. İngiltere ve Fıransa kıralları, Akdeniz üzerinden Kudüs'e varmayı hedefliyordu. Alman kıralı ise kara yolunu tercih etmiş, Balkanlar üzerinden Anadolu'ya ilerlemişti.*** Firederik, genç bir soyluyken oldukça başarısız geçen I. Haçlı Seferi'ne katılmış ve ölümden dönmüştü. Bu kez daha tecrübeli ve kendini kanıtlamış bir komutan olarak geliyordu. Barbarossa'nın Gelibolu üzerinden Anadolu'ya ayak basması Roma'nın (Bizans) tavsiyesi ile oldu. Böylece hem Kudüs'e gitmek için yolu uzatmamış olacaklardı hem de ne yapacağı belli olmayan Haçlı ordusunun Konstantinopolis'e (İstanbul) zarar vermesi önlenecekti. Bu güzergâh, aynı zamanda Büyük İskender'in Doğu seferinde izlediği yoldu. Sonraki IV. Haçlı Seferi'nde (1200-1204) Konstantinopolis'in başına gelenler düşünüldüğünde, Assos ve yakın çevresinin uğradığı yıkım ucuz atlatılmıştır.

Barbarossa'nın ana hedefi Kudüs'tü ve bu nedenle, Anadolu'dan olabildiğince rahat geçmek istiyordu. II. Kılıç Arslan ile bu konuda uzlaşmaya vardılar fakat Selçuklu hükümdarı yaşlanmıştı ve oğulları, haçlı ordusunu görmezden gelmek konusunda onunla aynı fikirde değildi. Alman ordusunu vur kaç taktikleri uygulayarak yıpratmaya başladılar. Bu duruma sinirlenen Barbarossa, Selçuklu başkentine doğru hareket etti. Şiddetli çarpışmalar neticesinde İkoniyon (Konya) kentini ele geçirdi ve Türkleri geri çekilmek zorunda bıraktı. Kentte dinlenip toparlanan Haçlılar, kısa süre içerisinde Kudüs'e doğru yola çıktı. Bu sırada, ordu tam Anadolu'dan sağ salim ayrılmak üzereyken, beklenmedik bir gelişme yaşandı. Yetmişli yaşlara yaklaşan Barbarossa, Kalükadnos (Göksu) nehrinde, üzerindeki zırh nedeni ile boğularak öldü (1190). Kimi kaynaklar serinlemek için girdiğini, kimileri ise nehri geçmeye çalışırken suya düştüğünü anlatır. Ne şekilde olursa olsun, zırh üzerindeyken suya yaklaşmak, ölüme davetiye çıkarmak anlamına geliyordu. Şarkıda söylendiği gibi:

Zırhını çıkar, saldırı altında değilsin”.* (Radiohead'in “Paperbag Writer” adlı şarkısından)

Liderini kaybeden ordu, büyük bir moral bozukluğu yaşadı ve dağıldı. Bu olay, Kudüs'ün ele geçirilmesine yönelik girişimi büyük ölçüde etkidi ve IV. Haçlı Seferi'ne neden oldu. Pavlos, İncil'de aktarılan mektuplarında, Hıristiyanlara hitaben, Tanrı'nın zırhı ve silahları ile kuşanın, der. Maalesef Batı, burada geçen zırh ve silah ile anlatılmak istenen ifadenin “erdem” olduğunu uzun süre fark etmemiştir.

Barbarossa, sonraki devirlerde efsanevi bir kahramana dönüştü. Öyle ki, 750 yıl sonra, Almanları peşinden sürükleyen yeni bir liderin ilham kaynağı oldu. Adolf Hitler'e göre Almanlar, eskiden olduğu gibi yine doğuya yönelmeliydi. Hitler, “büyük” hayallerini gerçekleştirmek adına, Sovyetler Birliği'ni imha etmek istiyordu. Bunu yapabilmek için eşi görülmemiş bir saldırı tasarlandı. Tarihin gördüğü bu en büyük istila girişiminin kod adı “Barbarossa Operasyonu”dur. Barbarossa'nın Selçuklu başkentini ele geçirmesine benzer şekilde, Hitler de Sovyetler Birliği'nin kalbi olan Moskova'ya girmeye çalıştı. Rus ordusu çok büyük kayıplar verdi ama Naziler bu sırada önemli bir hata yaptı. Barbarossa'nın girdiği nehirde boğulması gibi, Almanlar bu kez de Rusya'nın soğuklarına hazırlıklı değildi. Doğanın güçlerini hesaba katmadan hiçbir düşüncenin hayata geçmeyeceği, acı bir dersle idrak edildi. Milyonlarca ölü ve yaralı ile neticelenen bir savaş oyunuydu bu.

Peki, kıral Firederik Barbarossa'yı 750 yıl boyunca sadece Almanlar mı zihinlerinde yaşattı? Örneğin, Anadolu ve yakın çevresinde yaşamakta olan Hıristiyanların gözünde onun efsanesi devam etmiş olabilir miydi? İhtimaller, tesadüfler veya ilginç bağlantılar bir araya gelirse, bu sorularımıza yanıt bulabiliriz belki. Bunun için çağdaş Türkiye'nin kendi sınırları dışında sahip olduğu tek toprak parçasına bir göz atmakta fayda var. Süleyman Şah Türbesi adı altında yüzyıllardır korunan emanetler, tarihe bir başka açıdan bakmamız için uygun bir zemin sağlıyor bize. Süleyman Şah'ın kim olduğu tarihi kayıtlarda kesin olarak bilinmemekte. Erken dönem Osmanlı tarihçileri (örneğin Âşık Paşazade) kendisinden ve mezarından bahsetmekte ve onu Osmanlı Devleti'ni kuran ailenin atası olarak dile getirmektedir. Öte yandan, Anadolu Selçuklu Devleti'nin kurucusu Kutalmışoğlu Süleyman Şah olabileceği de konuyla ilgili edilen rivayetler arasındadır ama gerçekten bu kişinin kim olduğuna yönelik elle tutulur bir veriye sahip değiliz. Biz şimdi bambaşka bir ihtimal üzerinde duracağız. Âşık Paşazade, Süleyman Şah'ın Fırat nehrini geçerken atıyla boğulduğunu yazar.* Aynı Alman kıralı Firederik gibi. Alman kıralının cesedi, Kudüs'te gömülebilmesi için sirke içinde bekletilmiş ama bu yöntem başarılı olmayınca, organları Tarsus'a, geriye kalanlar ise Antakya'daki Aziz Petrus (Peter) Kilisesi'ne ve kemikleri de bugün Lübnan'daki Sur kentine gömülmüştür. Bu “iki” boğulma olayının gerçekleştiği söz konusu coğrafyada, önemli oranda Hıristiyan nüfus yaşıyordu. Kıral Firederik'in ölümünün Hıristiyan topluluklar arasında bir kahramanlık öyküsüne dönüştüğünü hayal etmek güç değil. Süleyman adının kökeni İbranice Solomon'a dayanmakta ve Arapça'da “huzur” anlamına geliyor. Ne tesadüftür ki Firederik Almanca'daki frid (huzur, barış) ve ric (hükümdar) sözcüklerinden oluşmaktadır. Eğer bugün biz “Süleyman Şah” ad ve unvanına Almanca bir karşılık bulmak durumunda olsaydık, “Firederik”ten daha uygun bir aday olmazdı herhalde. Daha önce belirttiğimiz üzere, Alman kıral 1190'da öldü; Âşık Paşazade ise 15. yüzyılda yaşamış bir tarihçiydi, yani arada yaklaşık 2 yüzyıl var. Bu kadar süre, bir kıralın ölümü ile ilgili hikâyenin dönüşüm geçirmesi için oldukça yeterli. Üstelik, unutmamalıyız ki bahsini ettiğimiz bölge artık Roma'nın etki alanı dışında kalan ve daha önce Hıristiyan olan bazı toplulukların İslam dinine çeşitli nedenler ile yönelme gereği duyduğu bir yerdi. Varsayabiliriz ki bu tip Hıristiyan topluluklar nazarında efsaneleşen kahraman kıralın söylencesi, yeni dinin ve hâkim kültürün etkisi ile isim değiştirip yaşamaya devam etmiştir. Tarih boyunca, özellikle din veya dil değiştiren toplulukların, eski gelenek ve değerleri farklı adlar ile sürdürmeleri çok karşılaşılan bir durumdur. Doğal olarak tüm bunların bir kurmacadan ibaret olduğu da söylenebilir. Amma velâkin, Helence “nomos”tan gelen namus için can alıp can verilen bir coğrafyada, Alman kıralına türbe yapılmış ise, bunu da çok görmemek lâzım gelir.

III. Haçlı Seferi (1189-1192), Alman kıralının talihsiz ölümü nedeniyle kısmen başarısız oldu. Kısmî başarılar elde edilmiş olsa da Kudüs alınamamıştı ve bu yüzden Avrupa'da yeni bir seferin hazırlıkları başlatıldı. Assos ve çevresi, IV. Haçlı Seferi sonunda (1200-1204), 20 yıl kadar Fırankların egemenliği altında kaldı. Konstantinopolis (İstanbul) de Haçlı hâkimiyetine girmişti. Bu arada Türkler, Anadolu'nun batısını gözlerine kestirmişlerdi. Şiddetli Moğol baskısı, yeni ve güvenli yaşam alanları ihtiyacını doğurmuştu. Ayrıca ticaretin önemli bir kısmı deniz üzerinden yapıldığı için, büyümek isteyen Türk beylikleri, doğal olarak bu zenginlik kaynağından yararlanmak istiyordu. Bu nedenle, Anadolu'nun batısı giderek daha çok rağbet görmeye başlamıştı. Diğer taraftan, hayvancılığa dayalı bir ekonomi, kıyı bölgelerinde güçlü siyasi birlikler kurmak için uygun değildi. Bunun bir sonucu olarak, Türkmen toplulukların, Anadolu'nun yerel halkları ile kurduğu “yakın” ilişkiler yoğunlaştı. Anadolu, tarihte pek çok kez olduğu gibi, yeni bir kültürel yaratım süreci yaşıyordu. Halklar kaynaşıp karıştı. Îdari yapılanma, günlük hayat ve inanç alanları gibi temel unsurlar başkalaşım içine girdi. Hayvancılığa dayalı göçebe toplulukların deniz kültürü ile tanışması, bu sürecin bir parçasıdır. Ortaya çıkan yeni bileşke öyle kısa zamanda gerçekleşmedi. İnsanların ve farklı kültürlerin, zaman içerisinde, yapıcı şekilde bir araya gelmesi ile oluştu.

Toplumların gelişmesi için kültürel alışverişin ne kadar önemli olduğunu bir örnek ile açıklayalım. Tarihin en büyük imparatorluklarından birini kuran Moğollar, denizcilik konusunda başarısız olmuş, en büyük yenilgilerini deniz seferlerinde* almışlardı. Japonya'ya yaptıkları çıkarma sırasında** (1274 ve 1281'de iki ayrı sefer), kullandıkları altı düz tekneler*** okyanus dalgalarına dayanamamış ve binlerce Moğol askeri daha karaya ayak basmadan denizin derinliklerinde kaybolmuştu. Ancak sakin denizde veya nehir boyunda kullanmaya uygun bu tekneler, şüphesiz çıkarma yapmak için hiç de elverişli değildi. Moğol donanması, Japonya açıklarında, lunaparktaki çarpışan arabalar gibi savrulup, sahilde onları bekleyen Japon savaşçıların gözü önünde yok oldu.****Japonlar tüm bu olup bitenleri kendilerine has bir şekilde yorumladılar. Bu savaşların, Japon ulusunun varlık kazanmasında önemli etkisi olmuştur. Bir dış düşmanın mevcudiyeti, birbirleriyle savaşan Japonları birleştirmişti. Yenilmez olduklarını düşünüyorlardı ve bu görüş II. Dünya Savaşı'na kadar böyle devam etti. Moğol donanmasını sulara gömen, şiddetli fırtınaya “Kamikaze” (İlahî Rüzgâr) adını koydular. Yüzyıllar sonra “İlahî Rüzgâr” tekrar ortaya çıktı ama Moğollara nazaran çok daha iyi bir donanmaya ve deniz kültürüne sahip Amerikalılar karşısında pek işe yaramadı.

Moğolların savaşlarda kazandığı başarı, karşı konulmaz kuvvetteki kara birliklerine dayanıyordu. Deniz kültürüne sahip değillerdi. En önemlisi ise Moğol hareketi “kitlesel” değil, “askerî” bir özellik taşıyordu. Ele geçirdikleri bölgeleri vergiye bağlamak onlar için yeterliydi. Fethettikleri bölgelerdeki yerel topluluklar ile karışmıyorlardı çünkü fetihler, kitlesel Moğol göçleri ile desteklenmiyordu. Bu nedenle, sosyo kültürel açıdan, gelecek vaat eden yeni toplumsal yapılar ortaya çıkmadı. Çok büyük bir imparatorluk kurmalarına rağmen, denizlere açılamadılar. Denizci topluluklar ile karışmadıkları için, bu eksikliği telafi imkânları hiç olmadı. Moğollar, izledikleri bu siyaset yüzünden, denizcilik örneğinde olduğu gibi, pek çok alanda kendilerini geliştirme olanağı bulamadılar. Yarattıkları büyük imparatorluğun hem sınırlarını belirleyen hem de yıkılışını hazırlayan, kültürel uyum yeteneklerindeki bu zafiyet oldu.

Denizcilik belli bir yaşam tarzını zorunlu kıldığı gibi, derin bilgi ve tecrübe ister. Anadolu'ya göç eden ve Türkçe konuşan topluluklar da deniz kültürüne aşina değildi ama onlar sosyolojik açıdan Moğollara nazaran çok daha farklı bir yol takip etti. Yerel topluluklar ile karışmaktan çekinmediler. Denizcilik ile ilgili olarak, Anadolu'da özellikle Helen kültürü bu birikime sahipti. Bu nedenledir ki ortaya çıkacak olan yeni sosyokültürel yapının temel bileşenlerinden birini Helen kültürü oluşturuyordu. Söz konusu birlikteliği (bireşimi) denizcilik ile ilgisi olmayan farklı bir örnek üzerinden tasvir edebiliriz. Bilindiği gibi, yağlı güreşin Türkiye'de yaklaşık 650 yıllık bir geçmişi var. Bu geleneksel güreşin özellikleri, Doğu ve Batı'nın nasıl bir araya geldiğini çok açık şekilde gösterir. Yağlı güreşlerde “pehlivanlar” (pehlivan Farsça yiğit anlamında) aynı Helen kültüründe olduğu gibi zeytinyağı ile yağlanırlar. Güreş sırasında uyulması gereken kurallar ve güreşme biçimi (yağlanmanın da etkisi ile) antik Helen etkisini taşımaktadır. Diğer taraftan, Antik Çağ'da güreş kumda yapılırken, Osmanlı, çayırı tercih etmiştir. En can alıcı farklılık ise, pehlivanların giydikleri “kispet” adı verilen ve bel altını kapatan kıyafettir. Helen kültüründe güreş çıplak yapılırdı. Kispet; manda, dana veya malak derisinden yapılan, çok parçalı (yaklaşık 35-40 parça) bir pantolondur. Olasılıkla, binici kıyafetinin güreşe uygun hâle getirilmiş şeklidir. Kispet, yalnızca edep yerlerini örtmek amacıyla kullanılmaz, rakibi tutma imkânı sağladığı için, Helenlerin çıplak güreşine nazaran daha fazla oyun yapma olanağı verir. Yağlı güreş, özellikle Batı Anadolu ve Tırakya'da yaygındır ki bu Helen etkisi varsayımını destekler. Anadolu'nun diğer bölgelerinde, Karakucak ve Aba gibi yağlanmadan yapılan güreşler, bu geleneğin gelişimini izleme olanağı verir. Uzun lafın kısası, tarih boyunca, Anadolu'da pek çok başarılı kültürel bireşim (sentez) meydana gelmiştir. Bugün geçmişe dönüp baktığımızda, farklı kültürlerin nasıl bir araya geldiğini, bıraktıkları izleri önyargısız değerlendirdiğimizde görebiliriz. Yağlı güreş, bunlar arasında küçük ama anlamlı bir örnek olarak karşımızda durmaktadır.

Denizcilikteki gelişmelerin izlediği seyir, yağlı güreşten pek farklı olmamıştır. Batı Anadolu kıyılarında yerleşik düzene geçen Türk beylikleri, zamanla usta denizciler yetiştirmiş, özellikle Çaka Beyliği, bu konuda ilklere imza atmıştır.* İzmir'i merkez almışlardı (1081) ve ilk Türk savaş filosuna sahiptiler. İlk Türk Amirali Çaka Bey, Edremit'i zapt etmiş ve Çanakkale'yi ele geçirmeyi amaçlamıştı. Ege Denizi'nin yine ilk kez Türk hâkimiyetine girmesini sağlamıştır. Çanakkale'deki Abidos Kalesi'ni (Nara Kalesi) fethetmesine rağmen, Çaka Bey burada hayatını kaybetmiştir. Abidos ile Sestos Kalesi arasındaki mesafe, Boğaz'ın Asya'dan Avrupa'ya geçişte önemli bir noktasıydı. Persler, Yunanistan'ı istila etmek amacı ile tahta köprü kullanarak buradan geçmişti. Aleksandıros da doğu seferinde bu yolu kullanmıştır. Dolayısı ile bu bölgenin elde edilmesi, Konstantinopolis'in kuşatılması ve Avrupa'ya doğru genişlemenin en önemli adımlarından birini oluşturuyordu.

Türklerin denizlerde gösterdiği başarı, Haçlı baskısı ile durakladı. Onbirinci yüzyılın sonlarında başlayan Haçlı Seferleri, Türklerin kıyı bölgelerdeki etkisini zayıflatmıştır. Anadolu Selçuklu Devleti'nin yıkılması ile birlikte, beylikler bağımsızlıklarını ilan ettiler. Anadolu'da güçlü beylikler ortaya çıkmaya başladı. Assos ve çevresini içine alan bölge, Karasioğulları Beyliği'nin egemenliğindeydi. Aydınoğulları Beyliği, büyük denizci Umur Bey komutasında (1334-1348), Ege ve Doğu Akdeniz'de üstünlük kurmayı başarmıştı.* Kıyı bölgelerdeki tüm beylikler denizcilik faaliyetlerinde bulunuyordu. Bu arada, Roma'nın sınır komşusu olan bir uç beyliği giderek büyüyor ve diğer bölgelerdeki Türkçe konuşan toplulukların takdirini kazanıyordu. Osmanoğulları Beyliği, ihtişamlı bir devlete dönüşmekteydi. Karasioğulları, Osmanlılara katılan ilk beyliktir (1361) ve bu beyliğin Rumeli'nin fethinde önemli bir rolü vardır.**

Osmanlı Devleti (Devleti Aliyye) ile birlikte, Assos ve çevresini içine alan bölge tamamen Türk hâkimiyetine girmiştir.